Selanik'ten yola çıktıktan sonra bir süre Atina yolundan devam ediyoruz, Alexandria sapağından yolumuz batıya doğru devam ediyor. Otobana girişte 2€ para ödemek gerekiyor, Türkiye'deki gibi önce fiş alıp daha sonra çıkış yaptığınız yere göre ödeme yapma sistemi burada yok, gerçi ben buradaki sistemi pek çözemedim, arada bir otobanlar boyunca gişelere girip 1.70-3€ arası para ödedik ama neye göre kime göre ödedik pek çözemedim. Parayı ödedikten sonra "çokmuş lan 2€ ne kadar yol gidicez ki" diye düşünüyor insan öncelikle ama yolları gördükçe hak veriyorum adamlara. Yol boyunca bir sürü tünel var, dağları Ferhat misali delik delik deşmiş abiler, asfalt pürüzsüz en ufak çukur ya da yama yok. Hız sınırı otobanlarda 130 km/s fakat viyadük ya da tünel olan yerlerde 80-100 km/s arasında değişiyor zaman zaman. İlk başta bunları sallamam basar giderim ben diye düşünsem de, hız limitinin değiştiğini gösteren tabelaların hemen ardından hız kontrol kameralarının olduğunu gösteren işaretler ve çoğunun ardından gelen cihazları görünce biraz tedirgin oldum. Her Türk gibi "bunların çoğunun içi boştur var ya kesin" diye düşünsem de, korkmuştum bir kere, paşa paşa hız limitlerine uyarak yolumuza devam ettim.
Selanikten çıktıktan sonra bizi ilk karşılayan büyük yerleşim yeri Veria. Yoldan geçerlen gayet net görüldüğü üzere Vermion Dağının eteklerine kurulmuş aşağı yukarı 50.000 nufuslu bir yerleşim yeri. Şehire doğru gördüğüm tabelalardan anlayabildiğim kadarı ile kış sporlarının yapılabildiği tesislere sahip bir yerleşim yeri. Bir de Büyük İskender'in babası Philip'in mezarının olduğu şehirmiş. Arzu'ya uğrayıp merhumun ruhunu üç kulhuvallah bir elham okuyalım dediysem de beni pek ciddiye almadı tabi, yolumuza devam ettik.Grevena sapağından otoyoldan çıktıktan sonra bu sefer de Kalabaka tabelalarını takip ederek sürdürdük rotamızı.Selanik'ten yola çıktıktan yaklaşık 3 saat ve 200 km sonra hedefimize vardık. Bu arada Yunanistan'da benzin istasyonlarının bazılarında kredi kartı geçmeyebiliyor, benzin almadan önce sormakta fayda var, ayrıca pazar günleri kapalılar ve 24 saat çalışmayabiliyorlar.Garip ama böyle.
Meteora, 1998'den beri UNESCO'nun dünya mirası listesinde olan bir bölge. Gayet iyi korunmuş durumda.14 yy'da Osmanlı'nın şimdiki Yunanistan'ın bulunduğu bölgeyi ele geçirmesi ile rahipler kendilerini güvene almak için bu iç bölgelere çekilip kayalıkların tepelerine manastırları inşa etmişler. 20 kadar manastır inşa edilse de şu anda sadece 6 tanesi ayakta ve halen aktif olarak kullanılıyor. Her birinin kapalı olduğu günler farklı, bizim ziyaret ettiğimiz gün Great Meteoron olarak bilinen en büyük manastır kapalıydı. Manastırlar halen aktif dini bölgeler olduğu için ziyaretçilerin bu bölgelere saygı duyulması talep ediliyor, eğer şort ya da t-shirtünüz çok açık ise örtebileceğiniz şalları kullanabiliyorsunuz ücretsiz olarak. Ama manastırlara giriş her birisi için 2€. Hesaplayan adamlardan birisi olarak "burayı günde x kişi ziyaret etse, 6 manastırdan günde şu kadar ayda şu kadar" diye yaptım tabi ki hesabımı, çılgın para kaldırıyor rahipler. Ayrıca satılan hediyelik eşyalar gereksiz derecede pahalı onu da söyleyeyim.
Manastırların çoğuna artık ulaşım nispeten kolay hale getirilmiş, arabayı park ettikten sonra bir kaç yüz merdiven çıkmanız yeterli, öğle sıcağında yaptığımız ilk manastır ziyaretinden sonra Arzu yaşlı teyzeler gibi tansiyonunun düştüğünü iddaa edip arabada kaldı. Baştan pes edecekler
İnmek
Soldaki kabartmada tahminimce Meteora'nın Osmanlı'dan kurtuluşunu temsil etmek için yapılmış. Yaklaşık 4-5 saatte bütün manastırları gezip şahane resimler çektikten sonra arabamıza atlayıp Atina'ya doğru yola çıktık. Rotamız bu sefer Thermopylae'nin hemen yanından geçiyordu, bu kadar yakına gelmişken Gates of Fire gibi şahen bir kitap 300 gibi boktan bir filmde bahsedilen efsanevi Termofil Savaşı'nın yaşandığı yeri görmeden geçmeyelim dedik. Savaşta Pers ordusunun nufusu zamanla uzayan mesafeler gibi siz deyin 3 ben diyeyim 5 milyona dayanmış durumda. Çeşitli rivayetler var bu konuda.
Savaşın geçtiği coğrafya depremler sebebi ile çok değişmiş durumda, deniz kilometrelerce uzağa gitmiş. Savaş alanı olarak belirtilen yer şu anda ova gibi dümdür bir yer, alanda sadece Kral Leonidas'ın heykeli ve olanları anlatan bir tabela mevcut. Şehre doğru biraz ilerleyelim belki müze ya da hediyelik eşya satan bir yerler bulabilir belki dediyek de, elimiz boş geri döndük ve Atina'ya doğru yolumuza devam ettik.
Atina'ya yaklaştıkça trafik İstanbul'a benzemeye başlıyor, motorsikletler çılgınlar gibi. Trafikte yüzlerce kebapçı kuryesinin olduğunu kafanızda canlandırın yeter. Atina'ya vardığımızda Alişer'in evinin sokağının Yunan alfabesinden latin alfabesine çevrilmesinde oluşan hatalar sonucu çok uğraştık, en sonunda arabayı rastgele uygun gördüğüm, daha sonra Alişer'in tabiri ile "Atina'nın Galatasaray Lisesinin önü" olan bir yere bıraktıp ve ankesörlü telefon aramaya gittim. Bu arada Atina trafiği şahane, dörtlü flaşörleri yaktıktan sonra herşey serbest gibi geldi bana. Yolun ortasında arabayı bırak git, mis.
Ankesörlü telefondan telefon açma denememde başarısızlıkla sonuçlandı saatlerdir araba kullanmanın verdiği yorgunlukla ( sonradan öğreniyoruz ki alan kodundan önce sıfır çevirmeye gerek yokmuş ) örümcek hislerim ve google maps'teki haritadan fotoğrafik hafızamda ( bak sen ) kalan kalan bilgi kırıntılarını birleştirerek evi direk buldum, hatta zile bastım, tam isabet!
Saat 10 gibi Burak ve Ceylan'ın terastaki evlilik kutlamasına yetişmiştik. Onları tebrik ettikten sonra açlıktan gözümüz döndüğü için, hadi bişeyler söyle de yiyelim dedik ama orası Yunanistandı tabiki, o saatte 100€ bahşiş versen kimsenin eve servis yapmadığını öğrenince Plaka'ya gidip bişeyler yedik ve eve gelip direk kafayı vurup yattık.
Bir sonraki yazı, Akropol'e karşı mangal keyfi ve Atina günleri.
No comments:
Post a Comment